Her Şeyi Kontrol Etmeye Çalışmaktan Vazgeçin

Kontrol etmeyi seviyor musunuz? Bazılarınızın evet dediğini duyar gibiyim; siz bilinçli azınlık üzülmeyin. Hayır diyenler, aslında onlar da kontrol etmeyi seviyor; sadece bunu henüz kabul etmemişler. Ben de yakın zamana kadar bunu kabul etmemiştim. Sonra bir gün kontrolcü olmakla itham edilince düşünmeye başladım ve gördüm ki ben de bir kontrolcüyüm.

Sinemaya mı gideceksiniz, bu havada mı? Sonra havalar bozunca ne yapacaksınız bakalım. Çorbayla su içilir mi oğlum. Kazağını aldın mı, hava serin bugün. İstersen arabayı alma, trafik çok yoğundur bu saatte. Bence onu değil bunu oku. Şu işleri ne yaptın? Raporu gönderebildin mi? Oraya bir grafik ekle istersen. Şuraya oturur musun !

Bu cümleler ve benzerlerini her gün kaç kez kullandığınızı düşündünüz mü hiç? Aslında bir şeye sahip olan insanoğlu sahiplenme duygusu ile birlikte kontrol etmeye, en azından kontrol etmeye çalışmaya başlıyor sanırım. Bu çocuğumuz, sevgilimiz, arkadaşımız, dostumuz, çalışanımız, komşumuz, hatta köpeğimiz bile olabilir. ‘Benim’ kelimesini kullandığımız anda kontrol etme isteği de gelmeye başlıyor.

Tabii ki bunu yaparken insani pek çok bahanemiz de var. Mesela; o daha küçük, bilemez ki. İncecik çıkıyor, hasta olacak sonra yine ben uğraşacağım. Ben o yolu hep kullanıyorum, yardımcı olmak istedim. Gecikirse müdür de bana soracak. E hiç konuşmayalım o zaman...


Hatta zaman zaman daha da ileri gidiyoruz ve dünyayı kontrol etmeye çalışmıyor muyuz? Umarım böyle söylemez, bunu yapmaz, umarım benim istediğim gibi olur. Yağmur yağmasa da rahatça işimizi tamamlasak. Hızlı, daha çabuk, hadi. Hoca beni sevsin, kolay sorsun ki daha fazla çalışmam gerekmesin. Korktuğum başıma gelmesin, olumsuz her şey benden uzak olsun. Herkes benim düşündüğüm ve istediğim gibi davransın ki ben bir de bu saçmalıklarla uğraşmak zorunda kalmayayım.

Hey, oldu o zaman! Size bu evrenin hakimi diyebilir miyiz? Neler olsun, neler olmasın siz karar verecekseniz biz çıkalım bu oyundan isterseniz. İlk fark ettiğim ne oldu biliyor musunuz? Tüm savunma ve bahanelerimin öznesinin aynı olduğu; ‘ben’. Bu ben’cil yaklaşımın hem çevreme hem bana yarattığı stresi gördüm sonra. Evet her şeyi kontrol etmeye çalıştığım gerçeğini kabul ediyorum. Hem de bunu diğerlerinin iyiliği için yaptığımı söylerken aslında kendim için yaptığımı da kabul ediyorum. Geriye dönüp yaptıklarımı, söylediklerimi değiştiremem tabii; bunun için üzülmek de yok. Artık teklif var ısrar yok. O ufaklık aslında bir birey, kendi duygu ve düşünceleri var, kendi dünyasını kuruyor. Acıkınca yer, üşürse giyer. Sevdiğin arabayla gitmek istiyorsa, gitsin, haklı çıkarsa rahat eder, çıkmazsa altı üstü biraz gecikir; ne olmuş.


Kişileri ve olayları kontrol etmeye çalışmaktan vazgeçmek işleri bir hayli kolaylaştırıyor aslında. Hele bunu aslında onlar için değil kendim için yapmakta olduğumu kabullenmek süreci bir hayli kolaylaştırıyor. İlgi alanımdaki bir sürü değişken yerine artık kendime odaklanmaya çaba sarf ediyorum. Korkularım hala var. Özellikle konu sevdiklerim olduğunda endişem artıyor. Unutmamam gereken tehlikelerin gerçek olduğu; bunlara karşı tedbirli olmakta fayda var. Ama korkular kafamızda. Bunları yönetebiliriz, hatta belki bir şeyler öğrenebiliriz. 


Eren İkiz

Koçluk Görüşmeleri, Örnek: 1



Danışan
Hocam, bu işi beceremiyorum ben, işe yaramazın tekiyim gerçekten.
Koç
İşe yaramaz olduğunu düşünüyorsun, tam olarak böyle düşünmene sebep olan nedir?
Danışan
Her şey yine üstüme kaldı. Başımı kaşıyacak vaktim yok, hanımdan fırçayı yedim, çocukları doğru dürüst görmüyorum, hedefler bu çeyrekte de tutmadı. Tüm işi batırdım anlayacağın.
Koç
O halde hem evde hem iş yerinde benzer sorunlar yaşadığını düşünüyorsun?
Danışan
Tam olarak öyle, her ikisi de felaket, anlayacağın kötü bir müdür, kötü bir baba, kötü bir eş var karşında. Gerçekten ne yapmam gerektiğini söyle bana.
Koç
Ne yapman gerektiğine geçmeden önce işi ve evi ayrı ayrı ele almaya ne dersin?
Danışan
Peki...
Koç
Güzel, sence sorunun çıkış noktası nedir?
Danışan
Yumurta tavuk ilişkisi hocam, iş evi, ev de işi tetikliyor herhalde.
Koç
Az önce her şeyin üstüne kaldığını ve başını kaşıyacak vakit bulamadığını söyledin, öyle değil mi?
Danışan
Tam olarak.
Koç
O halde iş yerindeki yoğunluk sadece iş sonuçlarını değil özel hayatını da olumsuz etkiliyor diyebilir miyiz?
Danışan
Kesinlikle, hiç bir iş yetişmiyor,  hem mesaiye kalmam gerekiyor, hem de eve geldiğimde yorgun ve stresli olup etrafa saldırıyorum.
Koç
İş yerine odaklanacak olursak sence yolunda gitmeyen nedir?
Danışan
Hiç bir şey yolunda gitmiyor ki. Hedefler tutmadı, sürekli mesailer, her gün aynı terane.
Koç
Daha net olacak olursak, tek bir konuyu değiştirmek şansın olsaydı neyi değiştirmek isterdin
Danışan
Tabii ki zaman yönetimimi.
Koç
Zamanını iyi yönetemediğini düşünüyorsun o halde...
Danışan
Aslında planlı bir adamım ben, günlük haftalık iş planlarım vardır, ajanda tutarım.
Koç
Bunları doğru yaptığını kabul edersek, planlamana rağmen zamanını iyi yönetmeni engelleyen neler var?
Danışan
Birden çok sebebi var, birincisi sürekli araya birileri girip benden bir şeyler yapmamı istiyor. İkincisi çevremdekiler çok yetersiz, verdiğim her iş sonuçta bana kalıyor.
Koç
Bunların dışında başka engeller var mı?
Danışan
Vardır mutlaka ama bu ikisi kritik
Koç
Diğer insanları değiştirmeye çalışmak yerine kendimize odaklanalım. Sürekli birilerinin araya girip senden bir şeyler istemesini engellemek için ‘senin’ neyi daha çok yapman veya farklı yapman gerekirdi?
Danışan
Ben hayır diyemiyorum hocam.
Koç
Güzel bir tespit, birincisi hayır demek. Ya ikinci sebep? Neyi farklı veya daha fazla yapabilseydin işleri senin yapman gerekmez, kendileri yapabilirlerdi?
Danışan
Delegasyon ?
Koç
Güzel, o halde ‘Hayır demek’ ve ‘Delegasyon’ iki önemli zaman yönetimi engelimiz. Sence önce hangisinden başlamalıyız?
Danışan
Delegasyon tabii ki, ama nasıl olacak bilmiyorum, ekip çok yetersiz.
Koç
O halde önce delegasyonu ele alalım. Ekibin yetersiz olmasının delege etmeni engellediğini ifade ediyorsun, değil  mi?
Danışan
Aynen öyle.
Koç
Bugüne kadar ekibi geliştirmek için yaptıklarından bahseder misin?
Danışan
Ben her Pazartesi toplantı yaparım ve sonunda 15-20 dakika eğitim tarzında bilgi paylaşımı olur.
Koç
Bu paylaşımın gelişimleri için yeterli olduğunu düşünüyor musun?
Danışan
Sanırım hayır, sonuç ortada.
Koç
Öyleyse ekibi yeterli hale getirmek için yapabileceklerin neler?
Danışan
Bilmiyorum, öğrenmeleri gereken o kadar çok şey var ki...

Planlamakta iyi olduğuna göre nereden başlamalısın sence?
Danışan
Bir eğitim almıştık zamanında, bir matris oluşturmuştuk. Vaktimi en çok tükettiği halde aslında nispeten daha önemsiz bir sürü konu belirlemiştik.
Koç
Örneğin ?
Danışan
Bizim çok fazla raporlamamız var, bunların bir kısmı aslında çok vakit almasına rağmen kimse okumuyor bile olabilir.
Koç
Böyle düşünmek motivasyonumuzu olumsuz etkileyebilir. Pozitif düşünelim ve bu işlerin çalışanlara aktarabilmek için nasıl bir yol izleyebiliriz, onu inceleyelim.
Danışan
Bugün hemen oturup bu tür raporları belirleyebilirim. Ayrıca rutin aramalar ve toplantılar var, bunların bir listesini dökebilirim.
Koç
Harika, zamanını alan, ancak daha az önemli olan işlerin listesini yapacaksın. Sence ne zamana tamamlanır bu liste?
Danışan
Yarın akşama tamamlarım.
Koç
Sonra nasıl kullanmayı düşünüyorsun listeni?
Danışan
Ekipte tüm bu görevler için bir tablo oluşturup kim hangilerini yapacak belirleyebilirim. Bir toplantı ile de insanlara anlatırım. Sanırım hafta sonuna kadar da bu iş biter.
Koç
Harika, işte verimini artırmak ve ekibine faydalı olmak adına ne kadar istekli olduğunu görebiliyorum, bunu bir deneyelim o zaman. Bu hafta hazırlık haftamız, haftaya da çıktıları gözlemleyelim. Sence bu süreçteki en önemli engel nerede çıkar?
Danışan
Raporlarda hata çıkabilir, ben tekrar yapmak zorunda kalırım.
Koç
Olabilir, bunu engellemek için ne yapmayı düşünüyorsun?
Danışan
Öncelikle raporları daha detaylı anlatmam gerek.
Koç
Doğru, bunun dışında? Mesela sana böyle yeni bir görev verilseydi performansını en çok artıracak yaklaşım ne olurdu?
Danışan
Tabii ki neden yaptığımı bilmek. Bir sürü iş var çoğunu nedenini bilmeden yapmak sinir ediyor bazen. O halde raporun amacını, kime neden gönderileceğini, olmazsa olmazları baştan söylemem gerekecek. İyi de bu da zaman demek. O da bende yok.
Koç
Biz buna hızlanmak için yavaşlamak diyoruz. Belki başlangıçta daha çok zaman ayırmak gerekecek, ancak sonra kat kat fazlasını geri alacağız.
Danışan
Anlaştık hocam, bu hafta plan, haftaya uygulama, hızlanmak için yavaşlıyoruz.

Koşarcanın Kamburu


Hatırlıyorum da küçük bir çocuktum, mini minnacık. Her Pazar akşamı dedemlerde toplanırdık küçük bir aileydik ama herkes orada olurdu. Hep birlikte masa örtüsü serilir, sofra kurulur, uzun uzun bitmeyen sohbetlerle yemek yenir, biraz da demlenilirdi. Karşılıklı latifeler yapılır, duran zamanda bir arada, aile olmanın keyfi sürülürdü.

Bir gün oğluma bakıp ‘ne de yavaş yiyor gene’ diye düşünürken, bir çocuğun en naif hali ile dedi ki: ‘Birazcık sohbet edelim baba, aceleye gerek var mı?’ O an afalladım, küçüklüğüm aklıma geldi, güzel sohbetli yemekler, koşturmasız yaşamlar...

Hayat aslında bir varış noktası değil bir yolculuk. Kendi koyduğumuz sanal hedeflerimize koşarken ve tabii ki çevremizdekileri koştururken keyfini sürmeyi ıskaladığımız bir yolculuk aslında.

‘Peynirimi kim kaptı’ çok satan kitaplar arasında (pek çok kişiye önerdiğim) başarılı bir çalışma. 2 farecik ile 2 insancık bir labirentte peynir peşinde koşarlar. Sonra bir gün peynir bozulmaya başlar ve sonunda biter. İşte değişim gerçekleşmiştir ve kocaman bir krize dönüşmüştür. Mırın ile Kırın, geçmiş peyniri yad edip tekrar eski günlere dönmenin hayalini kurarken, Koklarca ile Koşarca yeni peynirler bulmak için harekete geçerler. Kitabı okuyan herkes kendisini bu 4 karakter arasında bir yerlere konumlar. Birlikte çalışma fırsatı bulduğum pek çok kişi Mırın ile Kırın arasında gider gelir. Nadiren Koklarca’lar çıkar.

Fakat şu da bir gerçek ki ben bir Koşarca’yım. Ortaya atılan bir fikir olsun, aklıma gelen bir düşünce hiç fark etmez, ben hemen harekete geçerim. Dünü, bugünü, yarını analiz eder, planlarımı yapar ve eyleme geçerim. Herkes düşünürken ben yapar ve bitiririm. Bu yaklaşım bugüne kadar bana çok şey kazandırdı. Hiç geç kalmadım, hiç yarım bırakmadım. Sadece yıllar sonra fark ettim ki kocaman bir yarışın içerisinde koşuştururken bir şeyleri kaybetmişiz. ‘Hadi kızım’, ‘yesene oğlum’, ‘bak geç kalıyorsun ama’, ‘hadi bitir şunu artık, bekliyorum’, ‘yine geç kaldık’, en çok kullandığım klişelere dönüşmüş. Labirentte koştururken hayatı ıskalamaya başlamışız.

Diğer yandan hızı seviyorum ben; araba kullanırken, işimi yaparken, düşünürken, hesaplarken, tabii ki yemeğimi yerken, spor yaparken. Koşarca olmanın kattıklarını asla yadsıyamam. Pek çok alanda fark yaratmamı sağladı. Bir gün İsveç’te çalışırken Finli yöneticim ‘o kadar hızlı gidiyorsun ki insanlar yetişemiyor’ demişti. Evet, o kadar hızlı gidince çevredekiler yetişemiyor, zirveye çıksan da yalnızlık başlıyor. Kendine ve çevrene yarattığın stres ekleniyor. 5 dakikada yenen yemek kesinlikle karın doyurup gereken enerjiyi veriyor; ancak keyif vermiyor.

Bir süredir dikkat ediyorum, Koşarca olmak hala güzel. Sadece artık biliyorum ki Koşarca’nın bir de Kamburu var. Bu benim tarzım, benim kişiliğim ve ona çok şey borçluyum. Sadece artık kamburumun farkındayım. Elimden geldiğince ayrıştırmaya ve dikkat etmeye çalışıyorum.

Birincisi ‘aciliyet’ yaratmamaya çalışıyorum. Örneğin sabah 20 dakikada koşturarak evden fırlamak yerine 20 dakika daha erken kalkıp rahat rahat işlerimi yapıyorum.

İkincisi tadına varmaya çaba gösteriyorum. Ailemle yediğim yemeğin biraz daha uzaması bırakın kaybettirmeyi neler kazandırır bana, artık dikkat ediyorum.

Üçüncüsü önemli işlerimin arasındaki ilişkiler kısmının altını tekrar tekrar çizdim. Birisi ile beraberken telefon, mesajlar, veya yetişilecek işler olmadan gerçekten orada olmak ne kadar güzel. Çevremdekilere zaman ayırıyorum, göz ucuyla da olsa başka şeylere bakmadan orada olmaya çaba gösteriyorum.

Ve bekliyorum. İnsanları, çocuklarımı, grupta daha yavaş motor kullanan arkadaşları, öndeki kamyonun sollamasını. Alzheimer’ın pençesindeki babamın dakikalarca düğmesini iliklemesini beklerken çok şey öğrendim kendisinden. Onu aklıma getiriyorum, herkes hızlı olmak zorunda değil ki.


Bunları duyunca sanmayın ki süper oldum. Hayır, zaman zaman geliyorlar bana da. Bazen havamda olmayabiliyorum. Bazen hemencecik yapıveriyorum. Kimi zaman acele etmem gerekiyor, ya da yemeğin ortasında millet iki kaşık aldı, sen bitiriyorsun sakin ol demem gerekebiliyor. İyi haber şu ki farkındayım ve gelişiyorum. Bir adım attım ve arkası geliyor. Dünyanın en sakin, en yavaş veya en dingin insanı olmak gibi bir hedefim yok. Olmak da istemem zaten. Sadece kamburumla barıştım ve içimdeki koşarcayı yönetebileceğimi gördüm. Yaşadığım git-gellerle kendi sentezimi oluşturuyorum. Biliyorum ki sonuç çok daha iyi olacak.


Ben bunları yapıyorum, peki siz ne yapıyorsunuz?


Eren İkiz

Kaynakça

Resim 1: Noxx Anindhito
Resim 2: Martin De Pasquale 

''İnsan her şeyin ölçüsüdür''


Endüstri devriminden başlayıp yakın tarihe kadar, iş dünyasında duygulara yer olmadı. Her şeyin doğru gitmesi için gereken şeyler; mesai saatlerine uyum, bilanço hesapları, yol gösterici olarak da aklın ve zekânın kullanılması vardı. Tamamen rasyonalitenin hakim olmasının beraberinde, etkin yönetimi de olacağına inanılıyordu.

İş dünyası ‘insanı merkeze almadan yapılacak her açıklamanın eksik olması’ gerçeğiyle, 20. yüzyılın sonunda tanıştı. Duygular artık organizasyonel yaşamın içine yerleşiyordu ve somut problemlerin çözülmesi ne kadar kolay ise, duygusal tabanlı soyut problemlerle başa çıkmak bir o kadar zordu. Zira alınabilinecek en ‘akılcı’ kararda bile, insanların duygularının rolü yadsınamıyordu

Not to be reproduced - Rene Magritte

Günümüzde iş dünyası her zamankinden daha çabuk bir şekilde, yeniliklerle karşı karşıya geliyor. Organizasyonlarda bu durum, dikey hiyerarşilerin yataylaşmasına, iç ve dış müşteri odaklı yaklaşımlara, astlar ve üstler arasında ki iletişim ve ilişkilerin daha da önem kazanmasına sebebiyet veriyor. Önümüzdeki dönemde kendi duygularını tanıyabilen, diğerlerinin duygularına önem verip ve anlayabilen, insan ilişkilerinde başarılı olabilen ve kızgınlık ve stresi anlarını kontrol altına alabilen insan başarılı olacaktır.

‘’ Yöneticiler, eğer başarılı olacaklarsa, onlarda ‘fazladan bir keskinlik’ gerekir. Bu keskinlik, 21. yüzyılın en önemli rekabet avantajlarından biri olarak tanımlanan, duygusal zekâ yetenek ve becerileri ile ortaya çıkmaktadır’’. Duygusal zeka’yı (EQ) iş hayatına taşıyan, Daniel Goleman’a göre ‘‘ Kendini harekete geçirebilme, aksiliklere rağmen yoluna devam edebilme, dürtüleri kontrol ederek tatmini erteleyebilme, ruh halini düzenleyebilme, sıkıntıların düşünmeyi engellemesine izin vermeme, kendini başkasının yerine koyabilme ve umut besleme…’’ bu kavramın temel açıklamasıdır.

EQ’nun, Zihinsel zekadan(IQ) önemli olmasının sebebi, yüksek IQ’lu insanların özel yaşamlarını inanılmayacak kadar kötü yönetebiliyor olmasıdır. ‘’IQ’nun hayattaki başarıya katkısı en fazla yüzde yirmidir; geri kalan yüzde sekseni belirleyen başka etkenler vardır.’’

Duygusal Zekâ’nın 5 ana öğeye sahiptir.

1. Özbilinç. Kendini tanıma (bir duyguyu oluşurken fark edebilme) duygusal zekânın temelidir. Duygularını tanıyan kişiler, hayatlarını daha iyi idare ederler; kiminle evleneceğinden hangi işe gireceğine kadar kişisel karar gerektiren konularda ne düşündüklerinden çok daha emindirler.
2. Duyguları idare edebilmek. Duyguları uygun biçimde idare yeteneği, özbilinç temeli üstünde gelişir. Kendini yatıştırma, yoğun kaygılardan, karamsarlıktan, alınganlıklardan kurtulma yeteneğini ve bu temel duygusal beceride başarısız olmanın sonuçlarını ele alıyor.
3. Kendini harekete geçirmek. Duyguları bir amaç doğrultusunda toparlayabilmek, dikkat edebilme, kendini harekete geçirebilme, kendine hâkim olabilme ve yaratıcılık için gereklidir. Tıkanıp kalmamak (akış haline girebilmek) her tür yüksek performansı mümkün kılar. Bu beceriye sahip kişiler, yaptıkları her işte daha üretken ve etkili olabilmektedir.
4. Başkalarının duygularını anlamak. Duygusal özbilinç temeli üzerinde gelişen diğer bir yetenek olan empati, insanlarla ilişkide temel beceridir. Empatik kişiler başkalarının neye ihtiyacı olduğunu, ne istediğini gösteren belli belirsiz sosyal sinyallere karşı daha duyarlıdır.
5. İlişkileri yürütebilmek. İlişki sanatı, büyük ölçüde, başkalarının duygularını idare etme becerisidir. Bu beceriler popüler olmanın, liderliğin, kişiler arası etkililiğin altında yatan unsurlardır. Bu becerilerini çok geliştirmiş kişiler, insanlarla sürtüşmesiz bir etkileşim sürdürmeye dayalı her alanda başarılı olur ve parlak bir sosyal yaşam sürdürürler. ‘’
 
Escaping Criticism - Pere Borrell Del Caso


Sonuç olarak merkezi insan olan organizasyonlar, yöneticilerin, çalışanların ve müşterilerin duygusal taleplerinin ve beklentilerinin sık sık karşılaştığı karmaşık bir sahadır. Şirketlerin daha etkin ve verimli olması ile birlikte, çalışanlarında mutlu olmasını sağlayacak şey, duygusal zekânın bireysel ve örgütsel başarıda ki öneminin bilinmesidir.

Eren Akarvardar

KAYNAKÇA

Goleman, D. (2000). Duygusal Zeka. İstanbul: Varlık

 


Acar, F.T.(2001). Duygusal Zeka Yeteneklerinin Göreve Yönelik ve İnsana Yönelik Liderlik Davranışları İle İlişkisi: Banka Şube Müdürleri Üzerine Bir Alan Araştırması. İstanbul

Yönetici Rehberi 17

DURUM;

Çalışanlarınızdan birisi, kendisini göndermek istediğiniz bir kişisel gelişim eğitimine katılmak istemiyor. Eğitimin hafta sonu olması ve ekibin oldukça yoğun mesailerle çalışıyor olması sizi zorluyor. Kişiyi eğitime göndermek adına nasıl bir yol izlersiniz?

A) Yöneticisi olduğuma göre gerekirse biraz sertçe eğitime katılmasını söylerdim.
B) Kendisini ikna etmek için çaba sarf eder ve bu kadar basit bir konuda tartışma yaratmamak adına eğitime gitmesini ve planlanan eğitim saatini tutturabilmemiz için üstüne düşeni yapmasını isterdim.
C) Neden bu eğitime ihtiyacı olduğu konusunda objektif delillerle farkındalık yaratarak, eğitime gitmek için isteklendirir, kariyerine katkısını ortaya koymaya çalışırdım.


YORUM;

Aslında her 3 durumda da çalışanımızı eğitime göndermeyi başardıysak da, amaç eğitime göndermek mi, yoksa eğitimden fayda sağlamasını sağlamak mı karar vermeliyiz. A-B seçeneğinde kişi biz zorladığımız için eğitime katılacak ancak kahve molalarında ki kekler dışında pek bir fayda elde etmeden eğitimi tamamlayacaktır. Hiç kimseyi eğitim saatini tamamlamak adına eğitime göndermemeliyiz. Bu, zaman, para ve çalışan için motivasyon kaybı demektir. Kişisel değişimin temelinde farkındalık yatar. Bu amaçla objektif delillerle “dün” belirlediğiniz gereksinimlerle, kariyeri için “yarın” ihtiyaç duyacağı alanları anlamasını ve “bugün” yapacaklarımız konusunda mutabakatını kazanmalıyız. Eğitim bugün için iyi bir başlangıç olacaktır. Ayrıca eğitim öncesinde kişi istekli dahi olsa neden eğitime gönderildiğini, eğitim sonrasında kendisinden neler beklediğinizi, bunları ne zaman ve nasıl hayata geçirmesi gerektiğini de konuşmalıyız. Eğer eğitim sonrası için bir toplantı zamanı belirler ve bu toplantıda yukarıdaki konularda birlikte adımlar planlayabilirsek ve hatta öğrendiği temel noktaları diğerlerine de aktarmasını sağlayabilirsek kişinin katıldığı eğitimden büyük fayda sağlayarak ayrılacağı açıktır. 

Eren İkiz - Platin Dergisi

Mutlu Olmak İçin İhtiyaç Olan Nedir


‘’İnsan yalnızca dertlerini saymaktan hoşlanır, mutluluklarını ise saymaz’’  bu kışkırtıcı cümlenin sahibi Dostoyevski bana göre oldukça haklı.

Kendisinin mutsuz olduğunu söyleyen çok insanla karşılaşıyorum. Zihinlerine pelesenk olmuş ‘mutluluk’ kalıbına giremedikleri an mutsuz olduklarını düşünüyorlar.  Mutlu olabilme ihtimali onlara inandırıcı gelmiyor.

Maalesef bizler büyütülürken, mutluluğun başarılarla elde edilebileceği öğretildi. Umut ve mutluluğun kipi ‘’Ah bir zengin olsam!’’ diye söylenildi. Bu nedenle, daha fazla para kazanmak, daha yüksek mevkilere terfi etmek, sanki mutluluğu da beraberinde getirecek algısına sebep oldu.


The Beatles’ın ‘’Can’t Buy Me Love’’ şarkısında ki gibi, mutluluğu para getirmez. Mesleki başarılar da kalıcı mutluluk getirmez. The Happiness Advantage ( Mutluluk Avantajları) kitabı yazarı Shawn Achor’un yaptığı çalışmalara göre, mutluluğu arttırmak insanların kendi ellerinde. Gün sonunda minnet duyulan üç durum yazmak, etrafındaki birisine olumlu mesaj vermek minvalinde alışkanlıklar edinilirse, altı ayın sonunda mutluluk seviyeniz artacaktır.

Olumlu bilince sahip olanlar hayatın her alanında daha yüksek performans gösterirler. Bir konuya olumlu bakabilmek, işin başından insanı başarıya ulaştıracaktır.

Achor’un araştırmaları, olumlu bakış açısı ve mutluluğun iş performansı üzerine etkisinin çarpıcı boyutta olduğunu gösteriyor. ‘’Olumlu yaklaşıma sahip çalışanların performansı, olumsuzların en az yüzde 30 üzerinde seyrediyor. Bu tip insanların enerji seviyeleri, satış sonuçları yükselirken işten ayrılma oranlarıyla sağlık harcamaları düşüyor. Olumlu davranışa ve bakış açısına sahip doktorların, doğru teşhis koyma oranları bile yüzde 50 yükseliyor. Olumlu yaklaşım, başarının en kesin ön habercisidir”

Yue Minjun

Pozitif perspektif sadece iş yaşamımızda değil, hayatın her noktasında bizleri mutluluğa ulaştıracaktır. Şair Sezai Karakoç, masalların tembel olarak bizlere sunduğu ağustos böceğini farklı betimleyerek, olumlu bakış açısı hakkında nefis bir örnek vermiştir.

‘’Ey masalcı adam iftira ettin sen
Bu harikalar harikası böceğe
Onu suçladın tembellikle
En çalışkan onu görüyorum ben
Hiç bir karşılık beklemeden
Yazı ağustosu çamı çınarı
Tanıtıyor bize yazı ağustosu çamı ve çınar’’


Pozitif yaklaşım ve mutluluğu kalıcı hale getirmek, başarıları da beraberinde getirecektir. Önemli olan bu gönenç avantajlardan ne kadar yararlanabilecek olmamızdır.

Eren Akarvardar



KAYNAKÇA

Achor, S. (2010). The Happiness Advantage: The Seven Principles of Positive Psychology. New York: Crown Business

 

Şahin, Özgür. (2010, 10 Kasım.) Olumlu bakış açısı nasıl geliştirilir? http://www.kendinigelistir.com/olumlu-bakis-acisi-nasil-gelistirilir/

Kaygılarım

     Biliyor musunuz neyi fark ettim; bizi kaygılarımız (siz buna endişe veya korku da diyebilirsiniz) yönetiyor. Ne çok kaygım olduğunu da maalesef 50 yaşıma yaklaşırken fark etmiş olmanın kaygısından ise size hiç bahsetmeyeceğim. 

     Okul yıllarım, notlar ve sınıf geçme kaygıları ile geçti. Sonra kızlara kötü görünmek, belki diğerlerinin gözünde küçük düşmek derken üniversitede hangi bölüme girebileceğim konusunda endişelenmeye başladım. Derslerimi geçme kaygım sona doğru iş bulma kaygıma dönüştü. Bu kişi doğru kişi mi kaygım evlilik endişeme, evin sorumlulukları, işimi kaybetme, başarısız olma kaygılarıma, bebeğimiz ile ilgili babalık kaygılarım da sağlığı ve geleceği endişelerime oğul verdi. 

     Başka ülkeye yerleşmekten korktum, kızım ne yapar oralarda, arkadaşları var burada dedim, ailem için endişelendim, arkadaşlarımı, dostlarımı kaybetmekten kaygılandım. Sonra işimi kurdum, başaramamaktan korktum, eşimi mutsuz etmekten, taksitlerimi ödeyememekten. Müşterilerimi kaybetmekten korktum, yenilerini bulamamaktan, eskimekten, emeklilikten... 

     Bakıyorum ki nerdeyse her mücadelem aslında bir kaygımdan kaynaklanmış. Ne çok 'bir de şunu atlatalım, bir de şu işi halledersek, şunu yaptı mıydık tamam' cümlesi var hayatımda. Hepsinin tek tek üstünden gelmeyi başardım. Kötü not aldığım gün de oldu, hüsrana uğradığım da; işimi kaybettiğim de oldu, sevdiğimi kaybettiğim de. Neyse ki hiç yüzüm kara çıkmadığı gibi nihayetinde iyi sonuçlar aldım ve bugünlere ulaştım.

     Şimdi yazarken düşünüyorum da daha buraya yazamadıklarımla birlikte bütün bu kaygılarla zaman nasıl geçmiş, ben nasıl hala koşuyorum diye. Spencer Johnson çok satan ‘Peynirimi Kim Kaptı’ isimli kitabında ne güzel soruyor; ‘Korkmasaydın ne yapardın?’ Sonra bir sonraki soru geldi aklıma 'neden'; neden bu kaygılar, endişeler, neden bu kadar zorlamak. Sonra sorular izledi bir birini...
     Çünkü ''başarmak güzeldi'' dedim. O haza değmez miydi ?
     
     Kendi kendime, ''hedefi de sen koyuyorsan başarı nedir ki, bir diğer kaygın değil mi? ''diye sordum 

     Hedefleri düşük mü tutalım o zaman, bu çaba gereksiz mi?



     
       Hayır, ben olduğum yeri, eşimi, çocuklarımı, işimi, yaşam biçimimi, kısacası hayatımı seviyorum.

       Sonra bazı yeni kararlar aldım.

  Birincisi çocuklarımı artık kaygılarla büyütmeyeceğim. Benden, öğretmenden, kaybetmekten korkmasınlar; sevdikleri ve istedikleri için yapsınlar ve hep denesinler.

     Biliyorum ki kaygılar hep olacak. Dün nasıl ki korktuğumda annemin ya da babamın sevgisi, en endişeli anımda eşimin veya çocuklarımın bir dokunuşu beni rahatlatıyordu, o halde kaygının ilacı sevgi olmalı. Hayatı, insanları, getirdikleri sürprizleri sevmek, hepsini bir bütünün parçası olarak bizi daha ‘iyi’ olmaya götürecek öğrenme fırsatları olarak kucaklamak, çevremize, yaşadıklarımıza ve yaptıklarımıza o muhteşem dokunuşlarla sunulan bir parça şefkat eklemek yaşamlarımızı yeni boyutlara taşımaz mı gerçekten ?

    ‘İyi' liderler dendiğinde nasıl ki aklımıza gelen isimler hep sevgi ile insanlara hizmet ve yardım için koşanlar, ben de bu amaç için var olmalıyım. Çocuklarımın kaygılarını dindirirken yarını konusunda endişelenen bir kişiye dokunabilmek, eşimi rahatlatırken zordaki bir dostuma çözüm üretebilmek, bir çalışanımın ufkunu açarken bir danışanımın sahip olduğu potansiyeli fark etmesine yardım edebilmek aslında istendiğinde ne kadar kolay olabilir, öyle değil mi.
   
   Mademki hayatın her alnında liderlik diyoruz, yarın ne kadar iyi bir lider olduğumuzu oluşturduğumuz gücün büyüklüğü değil, ne kadar hizmet ve özveride bulunduğumuz gösterecektir. Kaygısız yarınlarınızda sevgi ile kalın. 

Eren İkiz


Resim 1 : Army Poster Print by Tommy Ingberg